Hayat sadece iki zaman birimi kullanır
Son zamanlarda niçin herkes anda kalmaktan söz eder oldu?
Anda kalmak aslında hepimizin ihtiyaç duyduğu ama geçmişle ilgili sıkıntılarımızdan ya da gelecekle ilgili plan ve korkularımızdan dolayı pek beceremediğimiz, nasıl becereceğimizi de tam bilemediğimiz bir şey. Çağımızsa hız çağı. Çoğalan nüfus, dolup taşan kentler, sıkışan trafik, yükselen beton yığınları, beslenmenin bile doğallığını, ritüellerini yitirip hıza teslim oluşu, durmadan artan vakitsizlik sorunu, internet bağımlılığıyla ayyuka çıkan iletişimsizlik, hızlı aşklar hızlı ayrılıklar, çabuk tanışmalar ve göz açıp kapayıncaya kadar vedalaşmalar... Sanki bir hız trenine binmişçesine yaşar olduk. O yüzden de, başımızı çevirip pencereden baktığımızda her şey aynı geliyor bize. Bunu değiştirmenin, hayattan eskisi gibi tat almanın ve kendimize tekrar kavuşmanın çarelerini arar olduk. Dijital yaşam kendi varlığımızı, ne hissettiğimizi, nerede olduğumuzu adeta unutturdu bize. Sosyal medyada başkalarının hayatlarını izlerken kendi hayatımızın değil, başka hayatların parçası olmaya başladık. Varlığımızı, duyularımızı, duygularımızı bastırdıkça yaşadığımız an’ı kaçırır olduk. Özümüzle bağlantımız zayıfladı. Bu da insanın doğal yapısına uygun olmadığı için bizi huzursuz etmeye başladı. İçin için bir şeylerin eksikliğini fark ediyoruz ve bunun anda kalmakla ilgili olduğunu seziyoruz.
Zihnimiz neden geçmişe ya da geleceğe takılır?
Zihnimiz bunu ortada hiçbir neden yokken ya par. Çünkü şimdiki zamanı ya da an’ı kötü, tatsız,
hakkıyla yaşayamayışımızın nedeni, anbeanlık za man birimini kullanamayışımızdır. An’ı yaşamak, tek bir an’a çakılıp kalmak değildir. Ortamdan ve gerçeklikten kopmak, uçup gitmek de değildir. An’ı yaşamak, anbean akışta kalıp hayatın ritmine
mutsuz şeylerle ilişkilendirmeye şartlanmıştır. Gözlerimizi körleştiren bir yargıdır bu. “Şimdiki zaman”, “içinde bulunduğunuz an” ya da “haya tınızda olup biten şeyler” dendiği anda zihnimiz “felaket”, “mutsuzluk” ve “acı çekme” alarmları vermeye başlar. Bu da, şimdiki zamandan otomatik olarak kaçış refleksi yaratır içimizde. Kendi mizi ve içinde bulunduğunuz an’ı yargılamadan, olduğu gibi kabul etmek, zihnimizin geçmişe ve geleceğe savrulmasının, tasarımlara gi rişmesinin önünü kesecek ilk adımlar dan biridir. An’ın yaşanması, yargısız bir kabulle mümkündür.
Başımıza gelen kötü şeylerin de mi gerçekleşmelerine izin vermeliyiz?
Başımıza gelen kötü şeyleri yargısız kabulle yaşamak, onların geçip gitmesine, yaşanıp bitmesine
izin vermektir. Çünkü şimdiki zaman saydam ve geçirgendir. Mesela üzüntü insanın duygu yelpazesindeki renklerden biridir sadece. Varlığını kabullendiğimizde, ona direnmediğimizde, bütün diğer duygular gibi gelmesi gereken zamanda gelip gitmesi gereken zamanda da gider. Anlık bir şeye dönüşür ve bizi aşağı çekmeden, an’ın dışına düşürmeden terk eder.
An nasıl yaşanır peki?
Hayat sadece iki zaman birimi kullanır. Birincisi, hayatın var olduğu zamandır ve bu da andır. İkincisiyse, hayatın kesintisiz devamlılığını anlatan zaman birimi olarak anbean’dır. Şimdiki zamanı hakkıyla yaşayamayışımızın nedeni, anbeanlık zaman birimini kullanamayışımızdır. An’ı yaşamak, tek bir an’a çakılıp kalmak değildir. Ortamdan ve gerçeklikten kopmak, uçup gitmek de değildir.
An’ı yaşamak, anbean akışta kalıp hayatın ritmine uygun biçimde yaşamaktır. Geçmişin pişmanlıklarından ve suçluluk duygularından, geleceğinse endişelerinden uzak bir şekilde, sadece ve sadece o an’ı yaşıyor olduğumuzda bütün bu takıntılarımız ve zihinsel engellerimiz enerjimizi çalmayacağı için çok daha atik, tetik, canlı ve enerjik oluruz. O anda yapılması gerekeni özümüz engelsiz bir şekilde duyumsar. Biz de onun sesini duyar bir halde oluruz.
Böylece fazla düşünüp çaba harcamadan, o an için ve kendimiz için yapılması gereken en doğru şeyi bulur ve onu yaparız.
Anda kalmayı başarırsak hayatımızda neler olur?
Öncelikle, artık çoğumuz için sıradan hale gelen depresyonumuz, mutsuzluğumuz ve açıklaması
nı bulamadığımız iç huzursuzluğumuz azalır. Derinlerde için için bizi kemirdiğini hissettiğimiz o eleştirel bakıştan kurtulmaya başlarız. Bize durmadan, bulunduğumuz yerde değil de, farklı bir yerde olmamızı söyleyen o ses sona erer. Başta kendimizi, kendimizle beraber de çevremizdeki kişileri ve etrafımızda olup bitenleri kabul etmeye başlarız. Geçmişimizin ve gele ceğimizin an’ı yaşamamızı engelleyen sınırlarını kaldırdıkça, potansiyelimizin ve seçeneklerimizin sınırsızlığını yaşamaya başlarız.
Anda kalamadığımıza kendimize tahammül edemediğimizi söylüyorsunuz...
Kendimizle baş başa kalabilmenin nasıl bir şey olduğunu çoğumuz unuttuk. Evimizde, odamızda, herhangi bir mekânda yalnız ve sessiz kalamaz olduk. Hemen internete giriyoruz, birilerine telefon açıyoruz, kalkıp mutfağa gidiyor ve bir şeyler yiyip içiyoruz. İlla bir beklenti içine giriyoruz. Bizi kendimizle baş başa kalmaktan alıkoyacak uyaranlar arıyoruz. Hiçbirini bulamaz ya da yapamazsak, seyretmediğimiz halde televizyonun sesini açık bırakıyoruz. Bu niçin böyle? Çünkü farkında olmadan zihnimizden kaçmaya çabalıyoruz. Kendimizden değil, zihnimizin bize eziyetinden kurtulmak istiyoruz ama yapmaya çalıştığımız şeyin bu olduğunu fark edemiyoruz. Çünkü bunu fark edip değiştirmek için önce AN’ı yaşamayı bilmemiz gerekiyor.
Bunu yapamadığımızda yalnız kaldığımızı da söylüyorsunuz. Aralarında nasıl bir bağlantı var?
Kendiyle baş başa kalınca mutsuz olan kişi, başkaları için de mutsuzluk merkezi haline gelir. Kaldı ki, kendine tahammül edemeyen kişi, oto
matikman başkalarına da tahammül edemez. Kendi varlığıyla bağlantıya geçememek, sadece düşünen zihinde kalmak, günümüzün büyük bir sıkıntısı.