ENG
ENG
İlişkilerde Anda Kalmak

İlişkilerde Anda Kalmak

İlişkilerde anda kalmakla tam olarak neyi kast ediyoruz ve hangi zamanlarda anda gerçekten kalamayıp, iletişim kazaları başımıza geliyor ona bir bakalım.

İletişimin temel kuralı, bildiğiniz gibi iki kişilik olması. Fakat iki kişinin fiziksel olarak aynı mekanda olması, tek başına bu temel kuralın gerçekleşmesine yetmiyor. Örneğin; kişi karşınızda ama siz anlıyorsunuz ki, onun aklı başka yerde. Sizi can kulağıyla dinlemiyor. Burada da doğal olarak bir boşluğa düşüyorsunuz. Ne yapacağınızı, ne söyleyeceğinizi hatta ne hissedeceğinizi tam bilemeyebiliyorsunuz.

Başka bir senaryoya bakalım. Bu sefer; siz karşınızdakini düzgün dinlemiyorsunuz, zihniniz meşgul, zihninizi dinleyip bir yandan da yetiştireceğiniz cevapları tasarlıyorsunuz. Yani burada her iki kişi de karşılıklı olarak aslında konuşmuyor. O halde iletişimin temel kuralını yeniden şöyle formüle edebiliriz. Evet, doğru, iletişim iki kişiliktir ama ancak anda kalındığında iki kişi gerçek bir iletişim içinde olabilir. Yoksa oradaki iki birey birbiriyle gerçek anlamda asla karşılaşamaz. Birbirine teğet geçer.

Zihnimiz, varsayımlar ve endişelerle dolu olduğunda andan koparız. Gerçekliğimiz de düşüncelerimiz yönetilmeye başlanır.

Şimdi şöyle itirazlar gelebilir; aklımızdan hiç mi bir şey geçirmeyeceğiz? Bu mümkün mü? Burada mesele düşünmemek değil, düşüncelerin sadece birer düşünce olduğunu fark etmek. Onları bir düşünce olarak işaretlemek, kenara ayırmak ve tekrar ana dönmek. Bunu yapmayı gerçekten başarabildiğimizde yani düşünceyi bir düşünce olarak görebildiğimizde, o düşüncelerden oluşan sis bulutu kenara çekilebilir. Ancak bu aşamadan sonra biz o ortaya çıkan, pırıl pırıl berrak havada, her kimle iletişim halindeysek; eşimizi, çocuğumuzu, öğrencimizi, çalışanımızı  gerçekten duyabiliriz ve gerçekten görebiliriz. İşte iletişim gerçek anlamda ancak bu noktada başlayabilir.

İlişkilerde anda kalmak ile ilgili, toplumsal yetiştirilme tarzımızın getirdiği bazı zorluklar var. Bence bunun en tipik örneklerinden biri de bir şeyi istediğimizde bile kolay kolay hayır diyemememizdir.

Hayır diyemememiz, duygulardan ve hatta kişilikten çok, zihnin bizi şu anki kendi gerçeğimizden koparmasının sonucudur. Burada şöyle bir mekanizma oluyor; aslında basit bir mekanizma… Eğer bir kişi, hayır diyemiyorsa, karşı tarafı kırmaktan, üzmekten çekiniyor ya da bencil, duyarsız olarak yaftalanmaktan korkuyor olabilir. Ya da geçmişten taşıdığı korkuları sürdürüyor demektir. Bu gelecek referanslı endişeler ya da geçmişle bağlantılı korkular sürdüğü müddetçe duygularımızı berraklıkla fark etmek çok zorlaşır.

Duygularımızı duygu olarak tanımlamak, onların yoğunluğunu, bizim üzerimizdeki baskısını ancak azaltır. Duyguları ait oldukları yerde görerek, gerçekten o an ne yapmak istediğimizle ya da söylemek istediğimizle bağlantıya geçebilmemiz ve gerçekten istersek hayır diyebilmemiz ancak ve ancak gerçekten içimizde ne olup bittiğini fark ettiğimiz zaman mümkün olabilir.

Duygularımızı duygu olarak, düşüncelerimizi bir düşünce olarak fark ettiğimizde onları ait oldukları yerde bırakabiliriz. Ve bir insan olarak duygu ve düşüncelerimizin çok daha ötesinde, onları gözlemleyebilen derin bir varlık olduğumuzu hatırlarız. Duyguların yarattığı baskıdan kurtulup, rahatlayıp sakinleşiriz. Sonuçta etrafta olan biteni doğru şekliyle, olduğu gibi algılamaya başlarız. Ve içimizi, kendi içimizi de daha net olarak objektif bir şekilde gözlemleyebiliriz. Bu objektiflikte, bu netlikte içimize baktığımızda da duygularımız, düşüncelerimiz, tek tek birer kar tanesi netliğinde, nedenleriyle beraber kendini göstermeye başlar.

Bu da bize onları daha iyi anlama ve oldukları gibi görme fırsatı verir.

PAYLAŞ
BENİ TAKİP EDİN
Rana Beri