Kim Korkmaz Ölümden?
“Ölümden en çok korkanlar yaşamdan en az zevk alanlardır.”
James F. Bymes
Bu yazımın başlığında “ölüm” kelimesi var. Bu yüzden bugün kasvetli, kederli bir yazı yazacağımı düşünebilirsiniz. Ben ise bugün tam tersine, ölümün ne kadar yaşamın ayrılmaz bir parçası ve de üstelik yaşamı daha da anlamlı kılan bir kavram olduğundan bahsedeceğim.
Geçtiğimiz hafta içinde iki yakın arkadaşımın birisinin annesini ve diğerinin dedesini kaybetmesi, ölüm ve yaşam kavramlarını bir kez daha kalbimin derinliklerinde hissetmeme neden oldu.
Sevgili babamı on yıl önce kaybettim. Ölümle ilk yakın temasım o zaman oldu. Doğmamız ne kadar doğalsa, ölmemizin de o kadar doğal olduğunu babamı kaybederken gördüm. Uzun süren bir hastalıktan genç yaşta kaybettiğimiz babamız bütün bu süreci öylesine asaletle yaşadı ve öyle bir rahatlık içerisindeydi ki, sanırım yaşamın en büyük derslerinden birini o günlerde ondan aldım.
Peki, neydi babamı ölümü korkunç bir son gibi gören diğer insanlardan ayıran? Neydi yaşının genç olmasına, hayatı çok sevmesine rağmen böyle cesur yürekli kılan?
Cevap işte yaşamı ÇOK sevmesiydi… Her zaman da çok sevmişti. Yaşarken her anının hakkını vermişti.
Çok küçük yaşlarımdan itibaren, babamın her sabah erkenden kalktığını, yürüyüşe çıktığını ve her seferinde elinde mutlaka yapraklarla, taşlarla, doğadan bir parçayla döndüğünü hatırlıyorum. Elindeki yaprağı kardeşime ve bana gösterir, “çocuklar, şu yapraktaki çizgilere, renklerin dağılımına bakın, hangi ressam evren kadar muhteşem eserler çizebilir, yaratabilir?” diye sorar, sonra bize uzun uzun o yaprakta gördüğü yaratıcılığı ve eşsizliği anlatırdı. Biz de bu yaprağa dikkatlice bakar, onun gördüğü şeyleri fark edebilmeye çalışırdık.
Tatlı yemeyi çok severdi, tatlı yemeyi bir ritüele dönüştürürdü. Beraber masaya otururduk. Elime tatlı kaşığı yerine çay kaşığını verir ve şöyle derdi: “Bu kaşıkla yavaş yavaş tadına vararak yersin, lezzetini daha uzun süre ve daha çok alırsın.”
O zamanlar bunları tam olarak anlayamazdım, ama duyduklarımın daha sonra benim hayatın tadını çıkarabilmemi, dünyadaki güzellikleri bazen başkalarından önce görebilmemi, ve etrafımdaki insanların kalplerindeki ışığı derinden algılamamı sağladığını biliyorum.
Benzer şekilde, yaşamın çirkinliklerine değil, güzelliklerine odaklanan, yediği yemeğin, gittiği yerin tadına varan insanlar tanıyorum. İçlerinden bazıları oldukça ileri yaşlarda olmalarına rağmen hastalıklardan bahsetmiyorlar, fiziksel güçleri el verdiğince dışarı çıkıp dolaşıyorlar, yeni şeyler öğrenmekten mutlu oluyorlar. İşte bu yaşama dört elle sarılanlar, zaten dolu dolu yaşadıkları için , “yaşamları sona erecek ve bir şeyler eksik kalacak” korkusunu yaşamıyorlar. Ölüm onların korktuğu, düşünmesi onlara azap veren, yaşayamadıklarını hatırlatan bir şey değil. Tam tersine yaşamın bir aşamada sona ereceği gerçeği onlara yaşam azmi ve güç veriyor, nefes alarak sağlıkla uyandıkları her gün kutlanası bir şenliğe dönüşüyor. Bu bedenimizde bu yaşamın sonuna yaklaşıyor olmak, onların yaşanmışlıklarını ve bu dünyaya kattıklarını hatırlatıyor onlara.
Gerçekten de yaşamdan en çok zevk alanlar, ölümden de KORKMUYOR.
Ünlü düşünür Alexandre Vinet şöyle diyor:
“Ey hayat! Ölüme şükret. Seni onun yüzünden seviyorum.”
Yaşamın güzellikleriyle kalın…
Rana