Zihin ve An
Anda kalmak neden önemli? Son zamanlarda adeta sanki herkes anda kalmaktan söz ediyor değil mi? Aslında anda kalmak, bizim çocukluğumuzda çok rahat yapabildiğimiz ama sonra yıllar geçtikçe zihnimiz aracılığıyla, üstümüze giydirilen -meli -malılarla üzeri bulutlarla kaplanan ve kendimizden uzaklaştığını düşündüğümüz şey... Hatta varlığını unuttuğumuz...
Anda kalmak aslında hepimizin ihtiyaç duyduğu ama geçmişle ilgili sıkıntılarımızdan ya da gelecekle ilgili plan ve korkularımızdan dolayı pek beceremediğimiz, nasıl becereceğimizi de tam bilemediğimiz bir şey…
Çağımızsa hız çağı. Çoğalan nüfus, dolup taşan kentler, sıkışan trafik, yükselen beton yığınları... Hele hele pandemiler, hastalıklar, yaşamamızın tamamen altüst oluşu hepimizi bir karmaşaya yöneltiyor. Sanki artık hepimiz bir hız trenine binmişçesine yaşıyoruz. Zaman yetmiyor. O yüzden de başımızı çevirip bu hız treninin penceresinden baktığımızda sanki her şey aynıymış gibi geliyor bize. Bunu değiştirmenin, hayattan eskisi kadar tad almanın, mümkün olup olamayacağını sorgularken buluyoruz kendimizi.
Dijital yaşam, kendi varlığımızı, ne hissettiğimizi, nerede olduğumuzu bile adeta unutturuyor. Başkalarını izlerken, onların hayatlarının, zamanlarının, anlarının bir parçası oluyoruz. Peki, biz neredeyiz? Bizim hayatımız nerede, bizim duygularımız, düşüncelerimiz ve bunun çok çok ötesinde ve derininde olan asıl farkındalığımız nerede?
Varlığımızı, duygularımızı, duyularımızı bastırdıkça yaşadığımız anı da kaçırır oluyoruz. Özümüzle bağlantımız zayıflıyor. Bu da insanın doğal yapısına uygun bir şey değil ve bizde bir iç huzursuzluğu yaratıyor. İçin için bir şeylerin eksikliğini fark ediyoruz ve bunun an'da kalmakla ilgili olduğunu da seziyoruz. Zihnimiz, geçmişe veya geleceğe takılmayı nasıl yapıyor? Şimdi buna yakından bir bakalım. Genellikle ortada hiçbir şey yokken yapıyor. Çünkü, şimdiki zamanı ya da anı, mutlaka kötü, tatsız, mutsuz gibi şeylerle ilişkilendiriyor. Ve bu yargı gözlerimizi körleştiriyor. Şimdiki zaman, içinde bulunduğumuz an ya da hayatımızda olup biten şeyler dediğimizde, zihnimiz hemen bir felaket, mutsuzluk, acı çekme alarmı vermeye başlıyor. Bu da, şimdiki an dediğimiz şeyden otomatik olarak bir kaçma refleksi yaratıyor içimizde. Kendimizi ve içinde bulunduğumuz anı, olanı biteni yargılamadan, olduğu gibi görmek, kabullenmek, zihnimizin geçmişe ve geleceğe savrulmasının, tasarımlara girişmesinin aslında önünü ilk adım. Anın yaşanması da ancak yargısız bir kabulle mümkün.
Hayatımızda olup bitenleri, nasıl oluyorlarsa öyle olmalarını isteyerek yaşayabilmek mümkün. Bu, onların olmalarına izin vermek demek. Olanı biteni olduğu gibi görebilmek demek... Zihinsel tasarımlarımız da bu izni ortadan kaldırıp onların olmasını önlemeye çalışmakla geçiriyor zamanını.
Peki şöyle bir soru aklımıza gelebilir: başımıza gelen kötü şeylerin de olmasına izin vermek durumunda mıyız? Şimdi başımıza gelen ve bizim kötü diye yargıladığımız şeyleri, kabulle yaşamak, onların geçip gitmesine izin vermek demektir. Onları görmek, kabullenmek, belki boyun eğmek değil ama oldukları gibi görmek, gerçekçi biçimde farkında olmak ve bunları belki de yüksek sesle konuşmak, söylemek, kendimize itiraf etmek, ancak ve ancak bunların yaşanıp bitmesini kolaylaştırır. Çünkü şimdiki zaman saydam ve geçirgendir. Mesela üzüntü insanın duygu yelpazesindeki renklerden sadece biridir ve duygu yelpazemizde birçok renk vardır. Üzüntüyü kabullendiğimizde, ona direnmediğimizde bütün diğer duygular gibi gelmesi gereken zamanda gelir, gitmesi gereken zamanda gider. Anlık bir şeye dönüşür ve bizi aşağı çekmeden, anın dışına düşürmeden terk eder.
Sevgiyle ve anda kalın.